SANAT VE DEMOKRASİ İLİŞKİSİ
Tüm sanatlar
(kendine özgü koşullar çerçevesinde) bilmeden olduğumuz şeyi bize göstermeye
çalışan deneyim olarak ortaya çıkmaktadır. Bu deneyimin insanda yarattığı muğlak
hisler de olmaktadır. Gerçek ya da hayali deneyimlemek ister insan.
Baudelaire’nin dediği gibi “Olağanüstü ve kaba saba büyüsüyle bana güzel
illüzyonlar yaşatabilen dioramalara gitmek” tir insanın istediği.
Atina toplumu
ile Sparta’nın militer hayatı arasında açık bir çatışma olarak görünen
Peloponnesos Savaşı sonrası ölen askerler için Perikles yaptığı bir cenaze
söylevinde şöyle demiştir. “İktidar bir azınlığın değil bütün halkın elindedir,
yasa önünde herkes eşittir”. Emirleri körü körüne yerine getirmektense,
tartışıp, birlikte akıl yürütmekten bahsetmektedir. Bu düşünceyi temel alan
Atina demokrasisi yurttaşların da düşüncelerini başkalarına açmalarına büyük
önem vermekteydi ki; sanatın da en büyük ediminin altında yatan düşüncenin
ifade edilmesi gereği de, gücünü demokrasiden almaktadır.
Platon’a göre
görünürdeki gerçeğin derin gerçekliğine giden yol özgün olmalıdır. France
Farago tarafından bu durum; özüne bağlı kalma üzerine kurulu bir nimesis olarak
yorumlanmaktadır (F.Farago, syf: 14). Sanatın gerçeği söyleme iddiasıyla başka
bir görüntü yansıtmasındaki sebep ne olmalıdır? İnsan içine daldığı kurgunun
farkındadır ve gerçek aslında yokluk kipinde var edilmiştir. Ve Platon’un
“Devlet” adlı eserindeki mağara benzetmesindeki gibi sanat aslında bir araçtır.
Şöyle ki;
Mağarada hapis
kalan kişi yüzünü ışığa aniden dönmez. İlk yanılsamadan kurtulmak için, yavaş
yavaş görüntüleri geçmesi gerekir ve bunun için de, başlangıç durumundaki zayıf
ışıkların ötesinde geçilebilecek bir ışığın varlığının bilincinde olması
gerekir. Başlangıçtaki bilgisizlik olan ve mağarada hapis kalmanın neden olduğu
körlüğün açığa çıkmasını sağlayacak bir aracı gerekmektedir. Sanat kesinlikle
böyle bir rol oynamaktadır.
Antik Çağ
estetiğinin gelişim süreci içinde, başlangıçta sanatı değersiz görme işlevini
üstlenen Platoncu idea kavramı yavaş yavaş sanatçının uğraşısının kuramsal bir
yeniden değerlendirmesi söz konusu olmuş ve giderek sanatçının doğada olmayan
bir ideal güzellik imgesi ortaya koyabileceği düşünülmeye başlanmıştır.
Aristo’ya göre
sanatın görevi ise, dünyadaki varlıkları, şeyleri taklit etmekti. Bu nedenle, Greko-Romen estetik ve klasik
antik sanat biçimleri (Yunan ve ardından Roma), yüzyıllar boyunca sahip
oldukları otoriteyi koruyabilmişlerdir. Ancak yine de Retorik adlı eserinde “sanat
eserinde taklit edilen şeylerin kendisinden değil, bunlar üzerinde tasımsal bir
akıl yürüttüğümüz ve böylelikle bilgimizi arttırdığımız için zevk
alıyoruz” diyerek sanat eseri ile eserin
modeli arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir.
Gerek
Aristotalesçi gerek Platoncu Ortaçağ “sanatçının zihnindeki” örnek idelerden
söz eder ve bu idelerin maddeye uyarlanması süreci sorununa fazlaca girmeksizin
sanatçının bu örnek ışığında nesnesini ürettiğini ileri surer. Peki ama bu
örnek sanatçının zihninde nasıl oluşmaktadır? Kaynağı nedir ya da sanatçı hangi
içsel araçlarla onu hayalinde canlandırabilmektedir? (U. Eco, syf: 198, 2012)
Elbetteki sanat yapıtının niteliği doğadan ya
da yaşanılan deneyimlerden bağımsız olarak
görülmemelidir. Duyusal kısmımızın dört içsel gücü olan sağduyu,
bilgilenme ve yargılama, anımsama ve yaşanmış deneyimleri içeren bir dağarcık
olan imgelemsel süreçlere göre yaşanmış olanlar yani işlenmiş ve saklanmış
deneyimleri içermelidir.
Yapıtı biricik
kılan şey, yaşanmış deneyim, sanatsal seçimler ve işlenen malzemenin özerk
kuralları arasındaki etkileşim süreci aracılığıyla bu işlemin somutlaştırma ve
algılamaya sunulma tarzıdır (U.Eco, syf:199, 2012).
Antikiteden
beri sanatın ‘doğanın taklidi’ olduğu düşüncesi açık bir gerçeklik olarak devam
etmiştir. Sanatçı ile eseri arasındaki ilişkiye yön veren ve ortaya çıkan
eserlerde göz önüne serilen sanatçının taklitçiliği aslında bir tercihtir. Bir
sembolleştirmedir. Doğa Tanrının güzelliklerini ortaya koymada çok güzel bir
araçtır. Keza Ortaçağ sanatında da Hristiyanlık öğretisinin, teolojik anlatımın
katılığını insanların anlayamayacağı düşüncesi ile kavramlar imgelere
dönüşmüştür. Eserin özgün karakterini ortaya koyan asıl durum olan ‘özle ilgili
kişisel ifade’ net olarak ortaya çıkmamıştır.
Ruh ile doğa arasında kurulan bağın
etkinliği, duyumsanan izlenimle tinin yansıtma yetileri arasındaki ilişki ve bu
ilişkinin eseri oluşturan sanatçının ifadesi olup olmaması anlamında
değerlendirilmesi önemlidir. Demokrasi işte bu noktada kendini göstermektedir.
Ünlü sanat
tarihçisi Heinrich Wolfflin (1864-1945),
“İnsanın aradığı şeyi gördüğü doğrudur. Gelgelelim, ne görürse onu aradığı da
bir gerçektir” der. Bülent Özer’e göre; bu düşünceden yola çıkılarak
“Sanatçının aradığı şeyi görmesi” sanat yaratmasının özgürlüğüne işaret eder ve
sanatçı aradığı şeyi göremediği sürece sanat da sahicilikten uzaklaşacaktır.
Sanatta
özgürlük her şeyden önce gelir. Sanatçı kendisine empoze edileni, zorla kabul
ettirileni değil dilediğini görür ve bu gördüklerini benliğinde oluşanı ortaya
koyar. "Idea"yı ortaya koymaya çalışır aslında. Bunu gerçekleştirmesi için
etrafında olup bitenleri görebilmesi, objektif değer yargıları ile
değerlendirebilmesi ve sonucunda ortaya çıkarması gerekmektedir.
Sanatçı
"idea"yı ortaya koymaya çalışırken, düşüncelerini özgürce ifade edebileceği
ortamlarda varolma kaygısını temel alır. Michalengelo’ya göre sanat herşeyden
önce bir yaratımdır; bireysel esine bağlıdır; ilham işidir ve kopyalama
değildir. Michelangelo’nun Papa II. Jules’ün mezarına ait ikonografik tasvir bu
anlamda dikkat çekicidir. Şöyle ki;
Başlangıçta
Hristiyanlık ilkelerinin zaferini yücelten bir konstrüksüyon olarak planlanmış
olan bu eser, Michelangelo tarafından Hristiyan ilkeler ve Pagan ilkeler
arasındaki çatışkıyı anlatarak kendine özgü bir dualizm yaratmıştır. Sanatçının
kendisi ile girdiği demokratik bir söylem değil midir?
Filozof
Immanuel Kant’ın 1791’de “Aydınlanma” olarak ifade edeceği büyük kültürel
hareketin ana teması olan Fransız
Devriminin getirdiği düşüncelere sıkı sıkıya bağlanan Francisco de Goya ve onun
1792 tarihinde yaptığı eseri "Hasır Kukla" da yer alan tahta kuklanın; aptal ve
anlayışsız bir kral olan IV. Charles’ı simgelediğini düşünenler de vardır. Bu
da gösteriyor ki; Goya taşralıların halk zihniyetine, fikirlerinin yarısından
tiksinse de aynı derecede yakındı. Aslında Fransa’nın gölgesinde, dar görüşlü
İspanya kralı için yapıldığı görülen bu eser, aynı zamanda aklın karşısına
konan akıldışılık ve aydınlamaya karşı yapılmakta olan karanlık ağır bir
direniş midir? Bu da Goya’nın demokratik bir söylemi olsa gerek…
Fransız
Devrimi ile birlikte ülke yönetiminin Monarşi yerine demokratik parlamenter
yönetimine geçmesi ile birlikte bireyin kendi iradesini yeniden kazanması
anlamını taşımaktadır. Kiş, kendi irade ve aklı ile birlikte eski değerlerine
de eleştirel bir gözle bakabilmekteydi. Akla dayalı entelektüel bir kültür
oluşumu başgöstermiş ve insanlar geleneklerin boyunduruğundan kurtulup,
özgürleştikçe mutluluğu artmıştır. Böylece Thomas Munro’nun tanımladığı “Tatmin
edici estetik yaşantılar meydana getirebilmek amacıyla dürtüler sağlama
becerisi” ile sanat kavramının görevi; yani kişiyi, giderek de toplumu harekete
geçirebilmesi mümkün olabilmiştir.
Ali Akay
“Sanatın Sosyolojik Gözü” dlı kitabında belirttiği gibi; 1819’ da Delacroix
“Medusa’nın Salı” tablosunu yaptığında, tablosunun yüzeyinde artık Fransız
ihtilali’nin ve Napolyon Savaşlarının ressamı David gibi tarihi kahramanları
değil, gündelik yaşamın insanlarını temsil ediyordu. Herhangi bir gündelik
olay, siyasi bir anlam taşıyarak, evrensel bir değer kazanmayı hakediyordu.
Burada artık ölüm, kahramanların kaderlerinin stoacı karakterini değil; ama
insanlığın sefaletinin dramını yansıtmaktaydı. “Bakanların tabloyu yaptığı”
şeklinde Duchamp’ın sözcesi, anlamını anakronik bir şekilde kazanmıştı; çünkü
tablo bakanların sefaletini yansıtmaktaydı. Bu örnekte resim artık bir
otoritenin yansıtılmasını değil; refleksif bir siyasi düşüncenin kendisini
oluşturmaktadır.
Yakın tarihe
gelindiğinde; günümüz adıyla “Graffiti” yani “Duvar yazıları” kimi çevreler
tarafından bir sanat dalı olarak görülmesi sebebiyle; fikirlerin ifade ediliş
biçimine en uygun örneklerden biridir. II. Dünya savaşı yıllarında yapılan
Berlin Duvarının protest kişilerce boyanmasıyla başlayan bu sanat, daha
sonraları bağımsız bireyler tarafından geliştirilmiş, bireysel ya da sosyal
içerikli mesajların iletme biçimine dönüşmüştür.
Duvar yazısı
Sennet’in yazdığı gibi hep suç olarak görülmüştür. Buna verilebilecek ilk
örnek; çocukların lakaplarını, kendilerini simgeleyen numaraları hareketli ya
da duran duvarlara yazmada kullandıkları ilk gereç beş cm eninde fırçası olan
bir dolmakalemin, sanat malzemesi satan meşru dükkanlardan hemen
kaldırılmasıdır. Boyalar ve kalemler suçlu hale getirilince metro vagonlarının
avlu-depolarına sızmalar başlamış ve buraları da zamanla polislerce çevrilmiştir.
Bugünün New York duvar yazısı müstehcen mesajlardan, siyasi mesajlardan, hatta
her türlü mesajdan uzaktır. Ama bir mesaj hariç “bunu ben yaptım” benim
işaretim budur. “ben” bunu bildirdim. İşte demokrasi bu noktada vardır.
1940 larda
Columbia üniversitesinde bir edebi toplulukta tanışan bir grup öğrenci "Büyük
Bunalım" sonucu, sisteme, geleneğe ve alışıldık yaşam biçimine karşı muhalif bir
kitle oluşturan Beat kuşağından Allen Ginsberg vb. yazarların şairlerin
eserleri alışılmadık üslupları ve içeriklerinden dolayı sansürlendiler. Bir
takım devlet politikalarının etkisi ile kendilerini ifade etmelerine müsaade
edilmemiştir. (Haykırış şiiri). Fakat 1950-60 lı yıllarda The Doors, Bob Dylan,
Pink Floyd, Beatles gibi gruplar Beat kuşağının yıkıcı-muhalif hareketlerinin temsilcisi oldular. Elbetteki demokratik
haklarını sonuna kadar kullanarak sanatlarını yapmaya devam ettiler.
Yanılsatıcılığı
kalmayan bir sanat eseri dünyayı tekdüzeleştirmekte midir?
Ülkemizde de
klasik sanattaki yanılsama gücü,
siyasette de kullanılmaya çalışılıyor. Siyasete dışarıdan bakanlara yorumlama şansı verilmemektedir.
Sanatçının sezgisel gücünün pratiği siyasetçinin yargı gücünü çoktan aşmış
durumdadır. Kültür bakanlığı sadece geçmiş mirası korumakla kalmasın, gündelik
pratikleri gerçekleştirmek için sokağın katılımına, sözüne de kulak
verilmelidir.
Türkiye tarihine bakıldığında Cumhuriyet’in ilanından sonra
demokratikleşme yolunda atılan en büyük adım olan çok partili sisteme geçişe
kadar olan dönemde sanat hayatında yaşananlar demokrasi ile sanat ilişkisini
gözler önüne sermektedir. Zaten devletin himayesinde gelişen resim sanatında
ressamlar kendi iç dünyalarını resim dilene aktaramamışlardır. 1940’lı yıllarda
gerek Akademi gerekse idari yönetime güdümlü bir sanat ancak 1950’li
yıllarda Maya Sanat Galerisinin
kurulması ve 1954 yılında Yapı Kredi’nin bünyesindeki Uluslararası Sanat
Tenkitçileri Kongresi jürisinin ressam Aliye Berger’in tablosunu birincilik
vererek sanatta devlet himayesinden, serbestleşmeye doğru bir gidişin
sergilendiğini gösteren örneklerden biridir.
Birçok
demokratik ülkede Çağdaş sanat kuruluşları
yeni sergilerin yapılmasına ve sanatın özerk konumunun korunmasına katkıda
bulunabilir. Bütün dünyada oluşmaya başlayan sağ muhafazakar görüş, sanat
alanını kısıtlamakta ve ahlak ve gelenek adına sanatı “dejenere” sayma
noktasına gelerek bazı projelere yardımı kesmektedir…
Hauser'in
düşüncelerine göre; ancak çok kaba bir toplumsal tarih anlayışı belli bir sanat
yapıtını belli bir toplum biçiminin bağdaşık, kesin ve dolaysız bir yansıması olarak görmeyi
düşünebilir. Tarihsel bakımdan karmaşık
bir çağın toplumu bağdaşık olmadığı için
sanatı da hiçbir zaman bağdaşık olamaz, olsa olsa belli bir toplum katının ortak
çıkarları olan birtakım insan topluluklarının gerçeklerini dile getirebilir.
Hauser ; toplumsal
sanat tarihinin öne sürdüğü görüş-ortaya koymayı amaç edindiği tek görüş- sanat
biçimlerinin yalnız görme ve duyma duyularıyla koşullu bireysel bir bilinci
değil, aynı zamanda toplumla koşullu bir dünya görüşünü de açıkladığıdır.Bu
bireysel yaşam biçimleri toplumsal gelişmenin dışında ortaya çıkamazlar.
Ernst Fischer
e gore, bir çağın sanatını uydurma değil de gerçek bir çerçeve içinde
görebilmek için her şeyden önce, o çağın toplumsal koşullarını, akımlarını ve
çelişmelerini, sınıf ilişkilerini ve çatışmalarını, bunların sonucu olan
dinsel, düşünsel ve siyasal düşünceleri incelememiz gerekir. Bir üslup
çözümlemesi, sanatta üslubu belirleyen
etkenin öz, yani eninde sonunda toplumsal öğe, olduğunu görmedikçe, ne
kadar keskin olursa olsun, en ince sorunları ve ayrıntıları anlamakta ne kadar
ustalık gösterirse göstersin yanılmaya yargılıdır.
Elbetteki
sanata teknik olarak hakim olmak ve bilimlere başvurmak gerekli ise de öncelik
düşüncenin ifadesine verilmelidir. Sanatsal bir pratiği, ortaya çıktığı dönemde
yaşanan temel kültürel tartışmalardan ayırmak münkün değildir. Doğrusal ya da
dolaylı bir bakış, bir ya da birden fazla açıdan görebilme olasılığı çok
önemlidir. Sanatın yaratımında ortaya çıkan ortak ya da çelişkili tüm
ifadelerle birlikte, sanatın kabulünde de aynı türde tartışmalara girmek
gerekmektedir. Çünkü bilimsel olmayan bir gerçekliği kabul eden, beğenen biri
bunu hisstemeyen bir başka kişiye bunu kabul ettiremez.
Sanat sadece; saf bir estetik yargı konusu olarak varolsaydı,
sadece çiçekler, kuşlar gibi serbest güzellikleri anlatsaydı ne kadar ileri gidebilirdi. Ya da gitmeli miydi?
Elbetteki bu sorunun cevabını da vermek çok doğru olmayacaktır. Çünkü tartışma
konusu haline getirmek bile yaratıcılıkta, ifade biçiminde, ide’nin anlatımına
iyi ya da kötü etkileyecektir.
Özne ile nesnenin özdeşliği olan Mutlak’ın bilinebilmesi ve
objektif bir bilgi haline gelebilmesini sağlayan yegane tek şey sanattır.
Gerçek dediğimiz dünyanın sırrına olanak veren şeydir sanat.
Kaynakça
Akay A. (1999). Sanatın
Sosyolojik Gözü. İstanbul: Bağlam Yayıncılık.
Aristotales. (2006). Retorik.
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Eco U. Ortaçağ
Estetiğinde Sanat ve Güzellik. İstanbul: Can Yayınları.
Farago F. (2006). Sanat.
Ankara: Doğu Batı Yayınları
Fischer E. Sanatın Gerekliliği. İstanbul: Papel
Yayınevi
Lenoir B. (2003). Sanat
Yapıtı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
Bell J. Sanatın Yeni
Tarihi. İstanbul: NTV Yayınları.
Sennett R. Ten ve Taş (2002).
İstanbul: Metis Yayınları.
Sennett R. (1999). Gözün
Vicdanı. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.