HERKESE MERHABA!


Amacım; bu kız bize ne anlatmış diye merak edip bakmanız. O kadar... Çünkü herşeye çok kafa yoruyorum. Huyum bu! Çok kolay mutlu oluyorum, çok kolay korkuyorum, çok kolay heyecanlanıyorum, herşeyi çabucak hissediyorum. Sohbete bayılıyorum. Sanmayın ki yalnızım konuşamıyorum da buraya yazıyorum. Aksine düşüncelerimi daha çok insanla paylaşmak istiyorum. Bu yüzden yazıyorum. Aklıma gelen herşey üzerine yazacağım.















12 Ekim 2016 Çarşamba

           



SANAT VE DEMOKRASİ İLİŞKİSİ



         Tüm sanatlar (kendine özgü koşullar çerçevesinde) bilmeden olduğumuz şeyi bize göstermeye çalışan deneyim olarak ortaya çıkmaktadır. Bu deneyimin insanda yarattığı muğlak hisler de olmaktadır. Gerçek ya da hayali deneyimlemek ister insan. Baudelaire’nin dediği gibi “Olağanüstü ve kaba saba büyüsüyle bana güzel illüzyonlar yaşatabilen dioramalara gitmek” tir insanın istediği.

        Atina toplumu ile Sparta’nın militer hayatı arasında açık bir çatışma olarak görünen Peloponnesos Savaşı sonrası ölen askerler için Perikles yaptığı bir cenaze söylevinde şöyle demiştir. “İktidar bir azınlığın değil bütün halkın elindedir, yasa önünde herkes eşittir”. Emirleri körü körüne yerine getirmektense, tartışıp, birlikte akıl yürütmekten bahsetmektedir. Bu düşünceyi temel alan Atina demokrasisi yurttaşların da düşüncelerini başkalarına açmalarına büyük önem vermekteydi ki; sanatın da en büyük ediminin altında yatan düşüncenin ifade edilmesi gereği de, gücünü demokrasiden almaktadır.

         Platon’a göre görünürdeki gerçeğin derin gerçekliğine giden yol özgün olmalıdır. France Farago tarafından bu durum; özüne bağlı kalma üzerine kurulu bir nimesis olarak yorumlanmaktadır (F.Farago, syf: 14). Sanatın gerçeği söyleme iddiasıyla başka bir görüntü yansıtmasındaki sebep ne olmalıdır? İnsan içine daldığı kurgunun farkındadır ve gerçek aslında yokluk kipinde var edilmiştir. Ve Platon’un “Devlet” adlı eserindeki mağara benzetmesindeki gibi sanat aslında bir araçtır. Şöyle ki;

       Mağarada hapis kalan kişi yüzünü ışığa aniden dönmez. İlk yanılsamadan kurtulmak için, yavaş yavaş görüntüleri geçmesi gerekir ve bunun için de, başlangıç durumundaki zayıf ışıkların ötesinde geçilebilecek bir ışığın varlığının bilincinde olması gerekir. Başlangıçtaki bilgisizlik olan ve mağarada hapis kalmanın neden olduğu körlüğün açığa çıkmasını sağlayacak bir aracı gerekmektedir. Sanat kesinlikle böyle bir rol oynamaktadır.



         Antik Çağ estetiğinin gelişim süreci içinde, başlangıçta sanatı değersiz görme işlevini üstlenen Platoncu idea kavramı yavaş yavaş sanatçının uğraşısının kuramsal bir yeniden değerlendirmesi söz konusu olmuş ve giderek sanatçının doğada olmayan bir ideal güzellik imgesi ortaya koyabileceği düşünülmeye başlanmıştır.

         Aristo’ya göre sanatın görevi ise, dünyadaki varlıkları, şeyleri taklit etmekti.  Bu nedenle, Greko-Romen estetik ve klasik antik sanat biçimleri (Yunan ve ardından Roma), yüzyıllar boyunca sahip oldukları otoriteyi koruyabilmişlerdir. Ancak yine de Retorik adlı eserinde “sanat eserinde taklit edilen şeylerin kendisinden değil, bunlar üzerinde tasımsal bir akıl yürüttüğümüz ve böylelikle bilgimizi arttırdığımız için zevk alıyoruz”  diyerek sanat eseri ile eserin modeli arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir.

        Gerek Aristotalesçi gerek Platoncu Ortaçağ “sanatçının zihnindeki” örnek idelerden söz eder ve bu idelerin maddeye uyarlanması süreci sorununa fazlaca girmeksizin sanatçının bu örnek ışığında nesnesini ürettiğini ileri surer. Peki ama bu örnek sanatçının zihninde nasıl oluşmaktadır? Kaynağı nedir ya da sanatçı hangi içsel araçlarla onu hayalinde canlandırabilmektedir? (U. Eco, syf: 198, 2012)

          Elbetteki sanat yapıtının niteliği doğadan ya da yaşanılan deneyimlerden bağımsız olarak  görülmemelidir. Duyusal kısmımızın dört içsel gücü olan sağduyu, bilgilenme ve yargılama, anımsama ve yaşanmış deneyimleri içeren bir dağarcık olan imgelemsel süreçlere göre yaşanmış olanlar yani işlenmiş ve saklanmış deneyimleri içermelidir.

         Yapıtı biricik kılan şey, yaşanmış deneyim, sanatsal seçimler ve işlenen malzemenin özerk kuralları arasındaki etkileşim süreci aracılığıyla bu işlemin somutlaştırma ve algılamaya sunulma tarzıdır (U.Eco, syf:199, 2012).

          Antikiteden beri sanatın ‘doğanın taklidi’ olduğu düşüncesi açık bir gerçeklik olarak devam etmiştir. Sanatçı ile eseri arasındaki ilişkiye yön veren ve ortaya çıkan eserlerde göz önüne serilen sanatçının taklitçiliği aslında bir tercihtir. Bir sembolleştirmedir. Doğa Tanrının güzelliklerini ortaya koymada çok güzel bir araçtır. Keza Ortaçağ sanatında da Hristiyanlık öğretisinin, teolojik anlatımın katılığını insanların anlayamayacağı düşüncesi ile kavramlar imgelere dönüşmüştür. Eserin özgün karakterini ortaya koyan asıl durum olan ‘özle ilgili kişisel ifade’ net olarak ortaya çıkmamıştır.

          Ruh ile doğa arasında kurulan bağın etkinliği, duyumsanan izlenimle tinin yansıtma yetileri arasındaki ilişki ve bu ilişkinin eseri oluşturan sanatçının ifadesi olup olmaması anlamında değerlendirilmesi önemlidir. Demokrasi işte bu noktada kendini göstermektedir.

          Ünlü sanat tarihçisi Heinrich  Wolfflin (1864-1945), “İnsanın aradığı şeyi gördüğü doğrudur. Gelgelelim, ne görürse onu aradığı da bir gerçektir” der. Bülent Özer’e göre; bu düşünceden yola çıkılarak “Sanatçının aradığı şeyi görmesi” sanat yaratmasının özgürlüğüne işaret eder ve sanatçı aradığı şeyi göremediği sürece sanat da sahicilikten uzaklaşacaktır.    

          Sanatta özgürlük her şeyden önce gelir. Sanatçı kendisine empoze edileni, zorla kabul ettirileni değil dilediğini görür ve bu gördüklerini benliğinde oluşanı ortaya koyar. "Idea"yı ortaya koymaya çalışır aslında. Bunu gerçekleştirmesi için etrafında olup bitenleri görebilmesi, objektif değer yargıları ile değerlendirebilmesi ve sonucunda ortaya çıkarması gerekmektedir.

          Sanatçı "idea"yı ortaya koymaya çalışırken, düşüncelerini özgürce ifade edebileceği ortamlarda varolma kaygısını temel alır. Michalengelo’ya göre sanat herşeyden önce bir yaratımdır; bireysel esine bağlıdır; ilham işidir ve kopyalama değildir. Michelangelo’nun Papa II. Jules’ün mezarına ait ikonografik tasvir bu anlamda dikkat çekicidir. Şöyle ki;




         Başlangıçta Hristiyanlık ilkelerinin zaferini yücelten bir konstrüksüyon olarak planlanmış olan bu eser, Michelangelo tarafından Hristiyan ilkeler ve Pagan ilkeler arasındaki çatışkıyı anlatarak kendine özgü bir dualizm yaratmıştır. Sanatçının kendisi ile girdiği demokratik bir söylem değil midir?

         Filozof Immanuel Kant’ın 1791’de “Aydınlanma” olarak ifade edeceği büyük kültürel hareketin ana teması olan  Fransız Devriminin getirdiği düşüncelere sıkı sıkıya bağlanan Francisco de Goya ve onun 1792 tarihinde yaptığı eseri "Hasır Kukla" da yer alan tahta kuklanın; aptal ve anlayışsız bir kral olan IV. Charles’ı simgelediğini düşünenler de vardır. Bu da gösteriyor ki; Goya taşralıların halk zihniyetine, fikirlerinin yarısından tiksinse de aynı derecede yakındı. Aslında Fransa’nın gölgesinde, dar görüşlü İspanya kralı için yapıldığı görülen bu eser, aynı zamanda aklın karşısına konan akıldışılık ve aydınlamaya karşı yapılmakta olan karanlık ağır bir direniş midir? Bu da Goya’nın demokratik bir söylemi olsa gerek…



         Fransız Devrimi ile birlikte ülke yönetiminin Monarşi yerine demokratik parlamenter yönetimine geçmesi ile birlikte bireyin kendi iradesini yeniden kazanması anlamını taşımaktadır. Kiş, kendi irade ve aklı ile birlikte eski değerlerine de eleştirel bir gözle bakabilmekteydi. Akla dayalı entelektüel bir kültür oluşumu başgöstermiş ve insanlar geleneklerin boyunduruğundan kurtulup, özgürleştikçe mutluluğu artmıştır. Böylece Thomas Munro’nun tanımladığı “Tatmin edici estetik yaşantılar meydana getirebilmek amacıyla dürtüler sağlama becerisi” ile sanat kavramının görevi; yani kişiyi, giderek de toplumu harekete geçirebilmesi mümkün olabilmiştir.

          Ali Akay “Sanatın Sosyolojik Gözü” dlı kitabında belirttiği gibi; 1819’ da Delacroix “Medusa’nın Salı” tablosunu yaptığında, tablosunun yüzeyinde artık Fransız ihtilali’nin ve Napolyon Savaşlarının ressamı David gibi tarihi kahramanları değil, gündelik yaşamın insanlarını temsil ediyordu. Herhangi bir gündelik olay, siyasi bir anlam taşıyarak, evrensel bir değer kazanmayı hakediyordu. Burada artık ölüm, kahramanların kaderlerinin stoacı karakterini değil; ama insanlığın sefaletinin dramını yansıtmaktaydı. “Bakanların tabloyu yaptığı” şeklinde Duchamp’ın sözcesi, anlamını anakronik bir şekilde kazanmıştı; çünkü tablo bakanların sefaletini yansıtmaktaydı. Bu örnekte resim artık bir otoritenin yansıtılmasını değil; refleksif bir siyasi düşüncenin kendisini oluşturmaktadır.

        Yakın tarihe gelindiğinde; günümüz adıyla “Graffiti” yani “Duvar yazıları” kimi çevreler tarafından bir sanat dalı olarak görülmesi sebebiyle; fikirlerin ifade ediliş biçimine en uygun örneklerden biridir. II. Dünya savaşı yıllarında yapılan Berlin Duvarının protest kişilerce boyanmasıyla başlayan bu sanat, daha sonraları bağımsız bireyler tarafından geliştirilmiş, bireysel ya da sosyal içerikli mesajların iletme biçimine dönüşmüştür.

         Duvar yazısı Sennet’in yazdığı gibi hep suç olarak görülmüştür. Buna verilebilecek ilk örnek; çocukların lakaplarını, kendilerini simgeleyen numaraları hareketli ya da duran duvarlara yazmada kullandıkları ilk gereç beş cm eninde fırçası olan bir dolmakalemin, sanat malzemesi satan meşru dükkanlardan hemen kaldırılmasıdır. Boyalar ve kalemler suçlu hale getirilince metro vagonlarının avlu-depolarına sızmalar başlamış ve buraları da zamanla polislerce çevrilmiştir. Bugünün New York duvar yazısı müstehcen mesajlardan, siyasi mesajlardan, hatta her türlü mesajdan uzaktır. Ama bir mesaj hariç “bunu ben yaptım” benim işaretim budur. “ben” bunu bildirdim. İşte demokrasi bu noktada vardır.

         1940 larda Columbia üniversitesinde bir edebi toplulukta tanışan bir grup öğrenci "Büyük Bunalım" sonucu, sisteme, geleneğe ve alışıldık yaşam biçimine karşı muhalif bir kitle oluşturan Beat kuşağından Allen Ginsberg vb. yazarların şairlerin eserleri alışılmadık üslupları ve içeriklerinden dolayı sansürlendiler. Bir takım devlet politikalarının etkisi ile kendilerini ifade etmelerine müsaade edilmemiştir. (Haykırış şiiri). Fakat 1950-60 lı yıllarda The Doors, Bob Dylan, Pink Floyd, Beatles gibi gruplar Beat kuşağının yıkıcı-muhalif hareketlerinin  temsilcisi oldular. Elbetteki demokratik haklarını sonuna kadar kullanarak sanatlarını yapmaya devam ettiler.

         Yanılsatıcılığı kalmayan bir sanat eseri dünyayı tekdüzeleştirmekte midir?

          Ülkemizde de klasik sanattaki  yanılsama gücü, siyasette de kullanılmaya çalışılıyor. Siyasete dışarıdan  bakanlara yorumlama şansı verilmemektedir. Sanatçının sezgisel gücünün  pratiği  siyasetçinin yargı gücünü çoktan aşmış durumdadır. Kültür bakanlığı sadece geçmiş mirası korumakla kalmasın, gündelik pratikleri gerçekleştirmek için sokağın katılımına, sözüne de kulak verilmelidir.

Türkiye tarihine bakıldığında Cumhuriyet’in ilanından sonra demokratikleşme yolunda atılan en büyük adım olan çok partili sisteme geçişe kadar olan dönemde sanat hayatında yaşananlar demokrasi ile sanat ilişkisini gözler önüne sermektedir. Zaten devletin himayesinde gelişen resim sanatında ressamlar kendi iç dünyalarını resim dilene aktaramamışlardır. 1940’lı yıllarda gerek Akademi gerekse idari yönetime güdümlü bir sanat ancak 1950’li yıllarda  Maya Sanat Galerisinin kurulması ve 1954 yılında Yapı Kredi’nin bünyesindeki Uluslararası Sanat Tenkitçileri Kongresi jürisinin ressam Aliye Berger’in tablosunu birincilik vererek sanatta devlet himayesinden, serbestleşmeye doğru bir gidişin sergilendiğini gösteren örneklerden biridir.

          Birçok demokratik ülkede Çağdaş sanat  kuruluşları yeni sergilerin yapılmasına ve sanatın özerk konumunun korunmasına katkıda bulunabilir. Bütün dünyada oluşmaya başlayan sağ muhafazakar görüş, sanat alanını kısıtlamakta ve ahlak ve gelenek adına sanatı “dejenere” sayma noktasına gelerek bazı projelere yardımı kesmektedir…

          Hauser'in düşüncelerine göre; ancak çok kaba bir toplumsal tarih anlayışı belli bir sanat yapıtını belli bir toplum biçiminin bağdaşık,  kesin ve dolaysız bir yansıması olarak görmeyi düşünebilir. Tarihsel bakımdan  karmaşık bir çağın  toplumu bağdaşık olmadığı için sanatı da hiçbir zaman bağdaşık olamaz, olsa olsa belli bir toplum katının ortak çıkarları olan birtakım insan topluluklarının gerçeklerini dile getirebilir.

          Hauser ; toplumsal sanat tarihinin öne sürdüğü görüş-ortaya koymayı amaç edindiği tek görüş- sanat biçimlerinin yalnız görme ve duyma duyularıyla koşullu bireysel bir bilinci değil, aynı zamanda toplumla koşullu bir dünya görüşünü de açıkladığıdır.Bu bireysel yaşam biçimleri toplumsal gelişmenin dışında ortaya çıkamazlar.

         Ernst Fischer e gore, bir çağın sanatını uydurma değil de gerçek bir çerçeve içinde görebilmek için her şeyden önce, o çağın toplumsal koşullarını, akımlarını ve çelişmelerini, sınıf ilişkilerini ve çatışmalarını, bunların sonucu olan dinsel, düşünsel ve siyasal düşünceleri incelememiz gerekir. Bir üslup çözümlemesi, sanatta üslubu belirleyen  etkenin öz, yani eninde sonunda toplumsal öğe, olduğunu görmedikçe, ne kadar keskin olursa olsun, en ince sorunları ve ayrıntıları anlamakta ne kadar ustalık gösterirse göstersin yanılmaya yargılıdır.

          Elbetteki sanata teknik olarak hakim olmak ve bilimlere başvurmak gerekli ise de öncelik düşüncenin ifadesine verilmelidir. Sanatsal bir pratiği, ortaya çıktığı dönemde yaşanan temel kültürel tartışmalardan ayırmak münkün değildir. Doğrusal ya da dolaylı bir bakış, bir ya da birden fazla açıdan görebilme olasılığı çok önemlidir. Sanatın yaratımında ortaya çıkan ortak ya da çelişkili tüm ifadelerle birlikte, sanatın kabulünde de aynı türde tartışmalara girmek gerekmektedir. Çünkü bilimsel olmayan bir gerçekliği kabul eden, beğenen biri bunu hisstemeyen bir başka kişiye bunu kabul ettiremez.

Sanat sadece; saf bir estetik yargı konusu olarak varolsaydı, sadece çiçekler, kuşlar gibi serbest güzellikleri anlatsaydı ne kadar  ileri gidebilirdi. Ya da gitmeli miydi? Elbetteki bu sorunun cevabını da vermek çok doğru olmayacaktır. Çünkü tartışma konusu haline getirmek bile yaratıcılıkta, ifade biçiminde, ide’nin anlatımına iyi ya da kötü etkileyecektir.

Özne ile nesnenin özdeşliği olan Mutlak’ın bilinebilmesi ve objektif bir bilgi haline gelebilmesini sağlayan yegane tek şey sanattır. Gerçek dediğimiz dünyanın sırrına olanak veren şeydir sanat.





               

Kaynakça

Akay A. (1999). Sanatın Sosyolojik Gözü. İstanbul: Bağlam Yayıncılık.

Aristotales. (2006). Retorik. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Eco U. Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik. İstanbul: Can Yayınları.

Farago F. (2006). Sanat. Ankara: Doğu Batı Yayınları

Fischer E.  Sanatın Gerekliliği. İstanbul: Papel Yayınevi

Lenoir B. (2003). Sanat Yapıtı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları

Bell J. Sanatın Yeni Tarihi. İstanbul: NTV Yayınları.

Sennett R. Ten ve Taş (2002). İstanbul: Metis Yayınları.

Sennett R. (1999). Gözün Vicdanı. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder